BeatSommelier Mag
Turnstile - GLOW ON
Turnstile’ın kariyerine baktığımızda ortada 15 senelik bir geçmiş olduğunu kabullenmek insana garip geliyor. Grup üyelerinin genç olmasına karşın bir fire haricinde uzun süredir birlikte olması, Turnstile’ın başarısında büyük bir rol oynuyor. Ek olarak “GLOW ON”a kadar geçirdikleri 10 yılı aşkın süre, neyi, nasıl yapmaları gerektiğini de öğrenince 2020’nin yazında Tennesee’deki Phantom Stüdyoları’na giderken kafalarının rahat olmasına ön ayak oldu. Sıçrama “Time & Place”, dikkat çeken ama hedefine tam olarak ulaşamamış bir albümdü. Ki grup içindeki ilk çatırtılar da bu dönemde oluşmuştu. “GLOW ON” sonrasında gruptan ayrılan kurucu gitaristlerden Brady Ebert’in gruba olan inancında sarsılma yaşanmıştı. Buna rağmen tüm odağını stüdyoya yansıtmaya başaran Turnstile elemanlarına destek olan isimler de vardı. Bunlardan ilki ve en dikkat çekeni Blood Orange olarak tanıdığımız Dev Hynes’tı. Hynes, ‘Endless’, ‘Alien Love Call’ ve ‘Lonely Dezires’ta vokale eşlik etti. Julien Baker ise albümün en büyük hitlerinden ‘Underwater Boi’da vokale eşlik etti. ‘Underwater Boi’un yazımında Turnstile hemşehrisi Baltimorelu hardcore yeteneği Justice Tripp’in de payı vardı. Bu katkıların ve şarkıların kakofonik bir çorba olmasını engelleyense hip-hop’tan metale birçok türde rüştünü ispat eden prodüktör Mike Elizondo’ydu. İlk kez Elizondo ile çalışan grup, “GLOW ON”un enerjik yapısını ve bitmek bilmeyen temposunu yansıtırken, grubun alametifarikası olan tempo değişimleri ve hülyalı vokaller bu albümde yaşanacak sıçramayı müjdeliyordu. ‘Mystery’, ‘Blackout’, ‘Holiday’, ‘Underwater Boi’, ‘Alien Love Call’ ve ‘T.L.C. (Turnstile Love Connection)’, albümün birbirinden ayıramayacağımız yıldızlarıydı. Parlama Turnstile, özünde oldschool hardcore punk yapan modern bir grup. Ancak şarkıları incelediğimizde altından onlarca farklı tür çıkıyor. Samba, reggae, shoegaze, alternatif rock, R&B ve hatta grunge tınıları duymak bile mümkün 34 dakikalık bu albümde. Ki bir yandan garip olan da bu. 15 şarkıdan oluşan 34 dakikalık bir albüm yapıp yumruğu midemize vurmaktan geri durmuyorlar. Tıpkı Slayer’ın 28 dakikalık başyapıtı “Reign in Blood” gibi arka arkaya patlayan bombalar evin içinde sağa sola zıplayarak dans etmemize neden oluyor. Metalin ve sert grupların dostu olarak konumlanan Roadrunner Records da “GLOW ON”la birlikte Turnstile’da gördükleri ışığın bir yanılsama değil, gerçek olduğunu fark etti. Dünyanın en prestijli müzik listelerinden SPIN’ın 2021 listesinde 1 numaranın sahibi olan “GLOW ON”, aynı zamanda Grammy adaylığıyla da onurlandırıldı. Ancak Grammy’lerin adaylar konusunda iyi olsa da ödülü dağıtma konusunda pek maharetli olmadığını biliyoruz. Işıltı Büyük grupların ya da büyümek üzere olduğunu fark ettiğimiz grupların, işaret fişeği gibi gönderdiği bir albüm olur her zaman. 11 yıllık kariyerinde istediği reaksiyonu alamamış ama potansiyeline güvenen Turnstile için “GLOW ON”a kadar durum buydu. Kendi ışıltısına güvenerek çıkardıkları bu albümse sıradaki albümün ve gerçek patlamanın habercisiydi. Turnstile, iletişimi; biz de onları seviyoruz. “GLOW ON”un ışıltısından etkilenen büyük kitleler, “NEVER ENOUGH”ın gerçekten de yeterli olmayacağını fark etmişti… Puan: 8/10 Tür: Hardcore Yayın: 2021 Süre: 34 dakika Label: Roadrunner Records
Devamını okuSlipknot - Slipknot
Aradan geçen çeyrek asır, Slipknot’ın gücünden ve yeni nesil grupları etkileme gücünden hiçbir şey almadı. Ohio’dan fırlayan dokuz maskeli, 1995 yılında bir araya gelmişti. O maskelerin ardındakilerin neredeyse tamamı uzun yıllar aynı insan olsa da çok temel biri farklıydı. Grubun deliliğinin ve öfkesinin anlatıcısı olan Corey Taylor, 1997’de gruba girmişti. Girdiği gibi de kulüplerde cover çalan bir gruptan fazlası olduğunu anlamıştı Slipknot. Bunu anlaması gereken sıradaki paydaşlar plak şirketleriydi. Roadrunner Records erkenden konuya dahil olup Slipknot’la sözleşmeyi imzaladı. İmzadan sonra grupla aynı adı taşıyan albüm için kendini Malibu’daki Indigo Ranch’te bulan Slipknot, 6 haftalık yoğun bir kayıt dönemi geçirdi. Ortaya çıkan sonuç ikonikti. 742617000027 Rastgele rakamlara basılmış gibi gözüken bu sayı aslında Slipknot’ın müziğinde çok önemli bir yer tutuyor. Bu sayı, aslında Slipknot’un ilk demosu ‘Mate. Feed. Kill. Repeat.’in barkod numarası. Grup, ilk albümlerinin açılışıyla birlikte bu barkodun kendilerine ait olmasını sağlayarak onu adeta bir imza gibi kullanmaya başladı. Albüm kapağından, konserlerde giydikleri tulumlara ve görsel materyallerinde bu sayıyla sık sık denk gelmek mümkün. Bu albümün açılışında bu sayı kullanılsa da bir şarkıdan ziyade karşımızda bir hazılayıcı var. Çok kısa bir süre sonra yaşanacak tufandan önceki son ıslık görevini görüyor. 36 saniyelik bu sekans, “The whole thing, I think it’s sick” ifadesi ise 1973 yapımı Manson belgeselinden alınıp ses kaydı fark edilemez hale getirildi. Böylece Slipknot, bir barkod numarasını karanlık estetiğinin parçası haline getirerek onu hayranları için bir gizem ve simgeye dönüştürmekteki maharetini gösterdi. Maskeli dokuzlar Doksanların sonunda ortaya çıkan ve çıktığı gibi parlayan bir grupsanız nu-metal yaptığınızı tahmin etmek hiç de güç olmaz. Grubun kurucu davulcusu Joey Jordison, grupla aynı adı taşıyan bu albümü anlatırken, kökü thrash, death, speed metale dayanıyor demişti. Ancak dönemin getirdiği bir gerçeklik varsa, o da rap müziğin metalin bir parçası olmasıydı. Bir yandan Deftones’tan alıştığımız alternatif metalin öfkesi, kılıç gibi keskin gitar sound’u ile buluşmuştu. Ancak Sid Wilson, şarkıları öylesine etkileyici bir şekilde turntable’ı ile manipüle ediyordu ki grup daha ilk albümden özgünlüğe ulaşıyordu. Çünkü Joey Jordison’ın yeri göğü inleten davullarına eşlik eden Paul Gray’in çaldığı gümbür gümbür bas gitarlar klasik metal ile anılabilirdi. Ancak Corey Taylor’ın sesi ve vokal tipi, Sid Wilson’ın kattığı dokuyla bambaşka bir boyuta ulaştırdı grubu. Daha ilk albümüyle metal seven, sevmeyen herkesin takdirini kazanan Slipknot, sonraki yılların fragmanını daha ilk albümüyle gösterdi. Öfke Limp Bizkit, The Cure, Sepultura gibi isimlerin de prodüktörlüğünü yapan Ross Robinson, Slipknot’ın ilk albümünde grubun yanındaydı. Prodüktörlük görevini grupla birlikte üstlenen Robinson, albümün kirli duyulması konusunda grubu ikna eden kişi. Çünkü sözlerdeki ve müzikteki öfkeyi cilalı bir sound ile veremeyeceğini düşünmüştü Ross Robinson. Bu tercihinin ne kadar doğru olduğu aradan geçen 26 senede belli olurken birbirinden önemli şarkıları da bu sayede dinledik. ‘Wait and Bleed’, ‘Spit It Out’, ‘Surfacing’ gibi şarkılar, hala Slipknot konserlerinde dinleyebildiğimiz klasikler. 2001’de ‘Wait and Bleed’ ile Grammy’e de aday olan Slipknot, Deftones’un ‘Elite’ şarkısına kaybetmişti. Puan: 9/10 Tür: Nu-metal Yayın: 1999 Süre: 60 dakika Label: Roadrunner Records
Devamını okuBillie Eilish - HIT ME HARD AND SOFT
Billie Eilish ismini ilk kez duyduğumda takvimler 2017’yi gösteriyordu. O dönem 15 yaşında bir çocuk olan Eilish, “Don’t Smile at Me” adını verdiği EP’sinde dikkatleri üzerine çekmişti. Oyuncu bir anne babanın ikinci çocuğu olarak dünyaya gözlerini açması, doğuştan gelen yeteneğinin göstergesiydi. İşin ilginç kısmıysa bu yetenek evin içindeki bir kişiye daha geçmişti. O da abisi Finneas’tı. Finneas ile hem yakın yaşlarda olması hem de benzer şeylerden hoşlanması, Billie’nin yolculuğunu hızlandırdı. Önce 2019’da ilk albümünü çıkardı. Sonra James Bond’a yaptığı şarkıyla Oscar kazandı. Üstüne bir albüm daha yapıp ardından Barbie ile ikinci Oscar’ını eve götürdü. Bunlar olurken evinin bir köşesini Grammy’e ayırmasını gerektirecek kadar başarıya ulaştı. Üçüncü albümünün tanıtım sürecinde daha dingin ve tedbirli bir Billie Eilish gördük. Sanki patlamak üzere olan büyük fırtınayı bekliyordu. Sessiz fırtına Billie Eilish kalibresinde sanatçılar normalde albüm çıkmadan 4-5 ay önce tanıtım sürecine başlar, en az 3-4 şarkıyı tekli olarak sunarken arka arkaya onlarca röportaj verirler. Söz konusu “HIT ME HARD AND SOFT” olduğunda durum biraz farklıydı. Albümü, çıkmasından sadece 1.5 ay önce duyuran Eilish, hiçbir şarkıyı tekli olarak sunmadı ve röportaj vermedi. 17 Mayıs 2024 gelene kadar albümün ismi ve kapak fotoğrafı dışında hiçbir şey bilmiyorduk. Albümdeki şarkıların isimlerini bile Mayıs başında öğrendik. Ancak 17 Mayıs gelip albüm dinlemeye açıldığında bugüne kadarki en olgun Billie Eilish işini dinlediğimizi fark ettik. Albümde tek bir boş şarkı olmazken, en az 4-5 şarkı 2020’ler denince akla gelebilecek seviyede güçlüydü. Prodüksiyonunu abisi Finneas ile birlikte yapan Billie’nin bu albümdeki hitlerini saymaya çalışırsak ilk önce, ‘BIRDS OF A FEATHER’, ‘WILDFLOWER’, ‘L’AMOUR DE MA VIE’, ‘CHIHIRO’ ve ‘THE GREATEST’ı gösterebiliriz. Pop müziğin yeni yüzü 2024 tam anlamıyla bir pop müzik senesiydi. Bunu başaranlar da kadın pop yıldızlarıydı. O isimler arasında en ayrışan da Billie Eilish’ti. Çünkü fazla prodüksiyonlu bir pop müzik yapmıyordu. Onunki daha ziyade 2000’ler garage müziğini andıran lo-fi bir dokuya uzanıyordu. Önceki iki albümünde yer alan elektronik müzik temelli parçalar gitmiş, yerine gitar ve vokalin ön plana çıktığı bir albüm gelmişti. 2024’ün sonu geldiğinde açıklanan bütün önemli listelerde yılın en iyi albümleri arasında gösterilmişti. Bir yandan neredeyse 1 sene önceden kapalı gişe olan dünya turnesiyle Billie Eilish, hedefinin bir kısmını daha başarmıştı. Kardeşler limited şirketi “HIT ME HARD AND SOFT”un gücü, sadelik ve basitlikten geliyordu. Tekrara dayalı, kırılgan duygulara hitap eden sözler ve pop müziğin faydalarından yararlanan, zihne kazınan melodiler, Billie Eilish – Finneas ortaklığının niye bu kadar güçlü olduğunun kanıtı. Billie’nin şarkılarının arkasındaki isim olan Finneas da 2024’e bir solo albüm sığdırarak dolu dolu bir sene geçirdi. 2025’te ayrı ayrı turlayan ikili, Temmuz ayında Manchester’da gerçekleşen konserde tekrar bir araya geldi. Sonraki adımı planladıklarını düşünmek zor değil. Puan: 9/10 Tür: Alt-pop Yayın: 2024 Süre: 43 dakika Label: Interscope
Devamını okuDeftones - Saturday Night Wrist
1990’ların ikinci yarısında hayatımıza giren Deftones, aradan geçen 30 yıla rağmen günümüzün en önemli gruplarından biri. Bunu borçlu oldukları muhteşem bir diskografiye sahipler. O diskografide 1997’de çıkan “Around the Fur” ve 2000’de çıkan “White Pony” çok özel yerlerde duruyorlar. Deftones, her ne kadar harika bir grup olsa da bu iki albümün gölgesinden çıkamadılar. Kendi belirledikleri çıta, onların işini zorlaştırıyordu. Lakin özgüvenleri çok yüksekti. En iyi albümlerini yapacaklarını düşündükleri bir dönemde stüdyoya girme kararı aldılar. Bu kararın sonucunda ortaya çıkan “Saturday Night Wrist”, Deftones’un tekil dinlenme olarak bugüne kadar en az dinlenmiş stüdyo albümü. Böylesi bir özgüvenle yapılan albümün başarıya ulaşamamasında farklı sebepler vardı. Sancı Deftones’un kurucusu ve şarkıların mimarı Chino Moreno için 2000’lerin ortası hiç iyi geçmiyordu. Uyuşturucu bağımlılığı çok ciddi bir hal almış, provaları kaçırıp konserlerde sorunlu performanslar göstermeye başlamıştı. Bunun üzerine bir de eşinden gelen boşanma davası ünlü müzisyeni köşeye sıkıştırmıştı. Buradan kaçabilmek için yaptığı şeyse daha fazla uyuşturucu ve riskli kararlar almaktan çekinmediği bir albümdü. O güne kadar Deftones’un tüm albümlerinin prodüktörü olarak görev yapan Terry Date gitmiş, yerini Bob Ezrin almıştı. Ancak Bob Ezrin’e gelene kadar da kaos bitmemişti. Başlangıçta Failure'dan Ken Andrews ve The Cars'tan Ric Ocasek ile çalışmayı düşünen grup, uyuşmazlıklar sonucunda bu kararından geri döndü. Bunun ardından bir hafta boyunca Dan the Automator ile çalıştılar. Deftones gitaristi Stephen Carpenter’a göre, Dan ile çalışmak Deftones’un sound’unda kırılma yarattı. Çok daha teknik ve math metal yapan bir grup gibi tınladıklarını düşünen Carpenter, ilerleyen yıllarda Animals as Leaders gibi isimlerin bu çizgiyi takip ettiklerini de belirtmişti. Abe Cunningham ve Chino Moreno, bu işin böyle ilermeyeceğini bildikleri için Bob Ezrin’in kapısını çaldılar. Bob Ezrin, Deep Purple, Aerosmith, Kiss, Alice Cooper ve Pink Floyd gibi efsanelerle çalışmış çok klasik bir isimdi. Çok önemli bir isim olsa da Deftones ile pek uyuştuğunu söylemek mümkün değildi. Gitarlardaki keskin sound sabit dursa da albümün geri kalanında bi’ kafa karışıklığı vardı. Bunun yanı sıra 1.5 yıla yayılan kayıt süresinde tam 5 farklı stüdyo kullanılmıştı. Kayıtlara başladıklarındaki fazla özgüven, yavaş yavaş yıkılıyordu. Grubun ‘Cherry Waves,’ ‘Behave’, ‘Xerces’ gibi kült şarkıları da bu durumu tersine pek çeviremiyordu. Özgüven fazlalığı ve hayal kırıklığı Bu albümdeki şarkılar, bir nevi Chino Moreno’nun itiraf günlüğü gibiydi. Uyuşturucu, seks, alkol bağımlılığının getirdiği iletişim kopukluğu, Chino Moreno’nun temel derdiydi. Ki bu durum grup içi iletişime de zarar veriyordu. Grup elemanlarının dağılma noktasına gelişini açılış şarkısı olan ‘Hole in the Earth’te anlatan Moreno, bir şekilde gemiyi karaya ulaştırma amacındaydı. Albümün adını da böyle bir sebeple “Saturday Night Wrist” koydu. Albümün adı, sarhoş bir kişinin kolunun üzerinde uyuyakaldığında oluşan sinir hasarına bir göndermeydi. "Cumartesi geceleri yalnızken ve tek en iyi arkadaşın titreyen bileğin olduğunda anlıyorsun bazı şeyler" ifadesini kullanarak deneyimini açıklamıştı. O güne kadar çıkan tüm Deftones albümleri hem yıl sonu listelerinde hem de satış rakamlarında çok iyi yerlerde olurken “Saturday Night Wrist”, ortalama bir grup kadar ilerlemişti. İlerlyen yıllarda bu durumu “Her şeyi çok güzel yapmak için her şeye sahiptik ancak kendimize o kadar çok güveniyorduk ki gözümüzün önündekileri kaçırdık” diyerek hatırlayan Chino Moreno, fazla özgüvenin getirdiği hayal kırıklığını özetliyordu. Puan: 6.5/10 Tür: Alternatif metal Yayın: 2006 Süre: 51 dakika Label: Maverick Records
Devamını okuStereolab - Emperor Tomato Ketchup
Krautrock’ın kendine özgü deneyselliğini doksanların elektronik müzik iklimine uyarlarken pop melodilere de göz kırpan Stereolab’in altın döneminin eserlerinden biri “Emperor Tomato Ketchup”. Özellikle Lætitia Sadier’in vokalinin en parlak dönemine de denk gelen 1990’ların ikinci yarısında Stereolab’in ürettiği her tını klasikleşti. 2010’dan günümüze kadar üretim yapmadıkları 15 senede dahi bu dönemde ürettikleri şarkılar ön plandaydı. Peki 1996 tarihli “Emperor Tomato Ketchup”ı ayrıştıran noktalar nelerdi? Zirveye merhaba Stereolab, 1996’ya kadar beğenilen, takdir edilen ama biraz fazla alternatif kalmış bir gruptu. “Emperor Tomato Ketchup”la birlikte bu durum değişti. Adını, Japon yazar ve yönetmen Shūji Terayama’nın aynı adlı kitabından alan albüm, grubun hem sanatsal hem de ticari anlamda zirveye ulaştığı albüm. Özellikle 1 sene sonra gelen “Dots & Loops”la birlikte Stereolab’in 90'ların alternatif müzik sahnesinde benzersiz bir konuma ulaşmasını sağlayan albümün ayrıştığı nokta, sözlerindeki anti-kapitalist ve sosyalist yaklaşımdı. Aslında bu konulardan bahseden bir oturuşta 50’den fazla punk grubu sayabiliriz. Ancak Stereolab’in farkı anlatırkenki müzikal üslubuydu. Sözlerinde genellikle net ve soru işaretine yer bırakmayan grup, bu albümde açık bir şekilde kapitalizm eleştirisi yapmakta. Kapitalizmin etkisiyle modern dünyada insanın kendine çevresine yabancılaşması normalleşirken, bilgiden daha önemli hiçbir şey olmadığının albüm boyunca üstüne basılır. Ama Sadier’in sesi sert, agresif ve yüksek değil; dingin, hipnotik ve masalsıdır… ‘Cybele’s Reverie’, ‘The Noise of Carpet’, ‘ Metronomic Underground’ ve ‘Anonymous Collective’, bu doğrultuda öne çıkan şarkılar olarak dikkat çekiyor. Neden farklı ve zamansız? Aslında Stereolab, dünyayı yeniden keşfetmedi. Olmayan bir şeyi var etmedi. Sadece kendi içinde ufak değişiklikler yaparak dünyadaki değişimlerle paralel bir anlatıya ulaştı. John McEntire’ın prodüktörü olduğu albüm, seleflerine göre daha fazla elektronik öge, sample ve deneysellik içeriyordu. Synth ve loop’ların canlı enstrümanlarla bulunan dengesi, Stereolab’in yolu lo-fi’dan geçen her grubun önüne çıkardı… Bu sayede de zamansızlığa ulaşmayı başardılar. Albüm puanı: 8/10 Tür: Electronic, krautrock Yayın tarihi: 1996 Süre: 57 dakika Plak Şirketi: Duophonic
Devamını okuMuse - Simulation Theory
Bilim kurgu, felsefe ve teknolojinin kesişiminde yer alan bir fikir olan simülasyon teorisi, sanattan bilime birçok alanda tekrar tekrar işlendi. Bu teoriye göre, yaşadığımız gerçeklik aslında gelişmiş bir uygarlık tarafından oluşturulmuş bir simülasyon olabilir. 2003’te Nick Bostrom isimli bir filozofun ortaya attığı bu fikir, Elon Musk gibi isimlerin savunmasıyla geniş kitlelerin ilgisini çekti. Teori, gerçeklik algımızın yapay olabileceğini iddia ederek varoluşumuzu sorgulamamıza neden olmakta. Tıpkı bir video oyunu gibi, yaşadığımız hayat da bir dış gücün kontrol ettiği bir evrende geçiyor olabilir fikrine dayanan bu teori, özellikle yapay zekânın ve sanal gerçekliğin yükselişe geçtiği günümüzde daha da önemli bir konu başlığa dönüşüyor. İşte Muse, 2018 tarihli “Simulation Theory” albümünde tam da bu temaya, yani gerçeğin içinden sıyrılıp yapay dünyaların içine dalma fikrine odaklanıyor. Grup, distopik senaryolarla ve teknolojik paranoyalarla bezenmiş kariyer çizgisinin belki de en retro, en fütüristik ve en paranoyak albümüyle dinleyicisinin karşısına geliyor. Albümün açılış sözlerine bakmanızı öneririz: “Burn like a slave Churn like a cog We are caged in simulations” Gerçek bu olamaz, her şey bir simülasyon! Muse’un kariyerinin zirve yılları için 2010’ların ortasını rahatlıkla gösterebiliriz. Dünyadaki her stadyumu saatler içinde doldurabilirken üretim aşamasında denemekten ve hikâye anlatmaktan vazgeçmeyen grup, bazen anlatacağı hikayeyle sarhoş olabiliyor. O konseptin kendisi, bazen yaptıkları şarkıların önüne geçebiliyor. “Simulation Theory” albümü bu durumun en net yansımalarından. 4 şarkılık çok güçlü bir girişten sonra dinleyicilerini kontrol altına alan Muse, sonrasında yavaş yavaş ritim kaybediyor. Ritim kaybettikçe ses oyunları albümün tonunu değiştiriyor. 11 şarkılık albümden yayınlanan 5 teklinin 4’ünün ilk 4 şarkı olmamasına şaşmamak gerekiyor. Muse’la özdeşleşen distopik rock anlatısı devam ederken, albümdeki şarkılar için çekilen klipler de bizi 80’lere ışınlıyor. “Back to the Future”, “Tron”, “Ghostbusters” gibi kült yapımlardan görsel olarak etkilenmiş bu klipler, Muse’dan bahsederken görselliğin en az müzik kadar önemli olduğunun bir hatırlatıcısı. Kör eden parlaklık Müzikal açıdan önceki albüm “Drones”un karanlık, militarist dünyasından sıyrıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Simulation Theory”, daha parlak, daha cafcaflı, daha göz alıcı ama bu göz alıcılık, bir noktada görme hassasiyetine zarar veren neonlarla aydınlatılmış bir dünya sunuyor. Stranger Things’e dokunan bir kapak “Simulation Theory”nin kapağı, Stranger Things’in illüstratörü Kyle Lambert imzası taşıyor. Stranger Things’in 80’ler estetiği ve nostaljisinin görsel yansıması olan kapağın illüstratörü Lambert, aynı dönemden çıkıp gelen albüm için en ideal isme dönüşüyor. Çünkü, 80’lerin bilimkurgu filmlerini, arcade oyunlarını ve synth-pop estetiğini merkezine alan “Simulation Theory”, müzikte retro akımının yeniden popüler olduğu bir dönemde insan içine karışıyor… Muse’un bu akıma kendi kimliğini ekleyip ekleyemediğiyse albümün soru işareti olarak tarihteki yerini alıyor. Albüm puanı: 6/10 Tür: Rock Yayın tarihi: 2018 Süre: 42 dakika Plak Şirketi: Warner
Devamını okuPulp - Different Class
1990’ların ortasına geldiğimizde müzik dünyasının gözü İngiltere’deydi. The Stone Roses, Primal Scream gibi gruplar 1980’lerin sonunda yakaladığı ivmeyle ülkenin gündemine yerleşmişti. Ardından Londralı sanat okulu öğrencilerinin grubu Blur, devasa bir etkiyle gündeme düştü. 1994’teyse Manchester’dan iki kardeş Blur’e rakip olurken sadece İngiltere’nin değil dünyanın müzik gündemi bu rekabete odaklanmıştı. Tüm bunlar olurken Sheffieldlı Pulp kurulalı neredeyse 15 sene olmuştu. Bağımsız müzik sahnesinde ilgi çeken ve Island Records’un radarına giren grup, adı geçen gruplarla rekabet edemiyordu. 1994 tarihli “His ‘n’ Hers”, Pulp’ın o güne kadarki en başarılı albümü oldu. Bunun yanı sıra daha büyük festivallerde yavaş yavaş iyi saatlerde çalmaya başladılar. Ancak Blur, Oasis, The Stone Roses gibi isimlerin geçtiği tartışmalarda söz Pulp’a gelmiyordu. Onlar da en iyi bildikleri şeyi, İngiltere’nin arka sokaklarını ve ‘sıradan bir insan’ olmayı anlattılar. Bu sebeple 1995, Pulp’ın ve Britpop tarihinin en özel birkaç albümünden birine ev sahipliği yapacaktı. Farklı sınıflardan gelen şekilsizlerin, sıradan insanların hayatı, bir pazartesi sabahı birden değişecekti. Gerçek İngiltere Jarvis Cocker, müzik dünyasında görüp görebileceğiniz en içe kapanık ve belki de bu yüzden sözleriyle en başarılı olmuş isimlerden. Jarvis Cocker’ın kaleminden çıkmış bir şarkının sözlerini okumak, bazen bir kitaptan daha fazla dokunabiliyor insana. Bu konudaki yeteneğinin zirve anıysa “Different Class”. Thatcher sonrası İngiltere, 10 küsur yıllık sosyal hasarın ardından pek de ideal bir ülke değildi. Ancak dışardan sunulan İngiltere’yle gerçek İngiltere arasında büyük bir fark vardı. Jarvis Cocker da gerçek İngiltere’den dayak yiye yiye büyümüş ve aldığı hasarlarla albümü 3 konu etrafından şekillendirmişti. Sınıf farkı Sınıf ayrımı ve güçlünün, güçsüze kurduğu tahakküm dünyanın her ülkesindeki bir gerçek. Gücün sahibi anlatıyı belirlerken, ezilen ve ayrılmış sınıflarda ezilen insanlar bir mırıltıya dönüşüyor. Jarvis, Yunanistan’dan gelen bir kadının ‘sıradan bir İngiliz’ gibi yaşama isteğini gelmiş geçmiş en bilinen Pulp şarkısına dönüştürürken 1990’ların filmini çekiyor. ‘Common People’, sıradanlığa özenme kavramının ne kadar sınıfsal bir acımasızlık olduğunun unutulmaz bir karşılığı. Kaçırılmış hayatlar ve nostalji Albümün ikinci temel konusuysa buram buram kokan nostalji. Jarvis Cocker ve anlattığı karakterler tam birer kaybeden. Gerçekleşmemiş ihtimaller, hayallerin ötesini görmemiş ihtimaller ve cesaretsizlikler nedeniyle yaşanmamışa olan nostalji, ‘Disco 2000’ ve ‘Something Changed’de ortaya çıkıyor. Ah Deborah. Keşke, beyazlamış saçlarına rağmen 2000 yılında Jarvis’le ve Jarvis gibi olan bizlerle buluşsaydın… Dışlanma ve cinselliğin keşfi Albümde cinselliği, hem arzunun dürtüsel doğası hem de utanç, bastırma, saplantı gibi duygularla içiçe geçişi şeklinde işliyor Jarvis Cocker. Bunun sebebiyse, kimliğini bulamadığı için kendini uyumsuz, başarısız, bir fiyasko olarak gören insanların tahmin edilenden çok daha fazla olması. ‘Mis-Shapes’, ‘Pencil Skirt’ ve ‘Underwear’ bu doğrultuda kapısını çalacağımız şarkılar. “Different Class”tan ve Pulp’tan bahsederken şunu da fark etmemiz lazım; Jarvis Cocker, cinselliği idealize etmiyor. Aksine, onun gerçek ve sıkıntılı doğasının insan üzerindeki etkisini dürüst bir şekilde aktarıyor. Bu da gerçek İngiltere’nin bir gerçeği… Başyapıt Tüm şarkıların hit olması ve 30 yıl geçmesine rağmen konserlerde hep bir ağızdan söylenmesinin ötesinde satış anlamında da grubun kaderini değiştirdi “Different Class”. Dünyada toplam 2 milyona yakın satış yaptı. Bu satışların sadece 300 bini çıktığı ilk 2 haftada Birleşik Krallık’ta gerçekleşti. Ek olarak 1996’da Mercury Prize’ı kazandı. Bu da yetmedi, NME’den Rolling Stone’a birçok önemli medya platformunun tüm zamanların en iyi albümleri listelerinde yer aldı. Hatta almaya devam ediyor. Arka sokaktan gelip arka sokaktakilere hitap eden bu albümün kapanış cümlesiyle veda zamanı: “Sorun çıkarmak istemiyoruz, sadece farklı olma hakkımızı kullanmak istiyoruz. Hepsi bu kadar.” Albüm puanı: 10/10 Tür: Britpop Yayın tarihi: 1995 Süre: 52 dakika Plak Şirketi: Island
Devamını okuGhost - Skeleta
Ghost – Skeleta 2010 yılında rock/metal müzik dinleyicisinin karşısında aniden belirdiğinden bu yana en iyi bildiği şeyi yapmaya devam eden Ghost, bu sürede yer yer tahmin edilebilir bir hal alsa da çoğunlukla ne yapacağı merak edilen bir grup olarak kalmayı başardı. 1960’ların ikinci yarısından 1980’lerin sonuna kadarki dönemde müzik yapan klasikleşmiş pop, metal, rock ve özellikle doom gruplarından aldıkları ilhamı önce müziklerine sonra da sahnelerine taşımalarıysa pastanın üstündeki çilek oldu. Her albümde veda edilen papaların en yenisi “Skeleta”da tanıştığımız Papa V Perpetua’nın ta kendisiydi. Papanın kimliği değişse de Ghost’un her şeyi olan Tobias Forge, hiçbir zaman değişmedi. Başlangıcın önemi Skeleta’daki Ghost ise önceki albümlerine göre çok daha fazla 1980’lerden ilham aldı. Özellikle albümün girişi burada öne çıkıyor. Papa Emeritus olduğu ifşalandığından beri verdiği tüm röportajlarda bir Ghost albümünün en önemli noktasının açılış şarkısı ve devamındaki şarkılardan geçtiğini belirten Tobias Forge, bu albümde de aynı tutumunu devam ettirdi. Journey grubunun ‘Seperate Ways’ şarkısıyla karbon kopya olan ‘Peacefield’la başlayan albüm, ‘Lachryma’ ve ‘Satanized’ gibi tam birer Ghost hitiyle yoluna devam ediyor. Forge’un bu üç şarkıyı albümden önceki tekliler olarak sunmasıysa “Skeleta”nın girişine ne kadar güvendiğinin göstergesi. Bir de ortamlarda satılacak bilgi verelim. ‘Peacefield’ın girişindeki küçük kız çocuğu sesi Tobias Forge’un kızı Minou’ya ait. Esin kaynakları ABBA, Black Sabbath, King Diamond, Journey ve yer yer gitarlarda Dire Straits’ten ilham alan albüm, Ghost’un “IMPERA”da seçtiği büyük mekanları doldurabilecek pop tınılı metal, rock seçiminin bir devamı. Ancak “IMPERA” kadar pop çatısı altında değerlendirebileceğimiz şarkılara ev sahipliği yapmayıp “Opus Eponymous” ve “Infestissumam” albümlerindeki içedönük anlatımı sürdürüyor. Ancak, bu seferki temalar ilk iki albümdeki kadar demonik değil… Ghost’un vedası yakın mı? Ghost, dünyanın dört bir köşesinde 15-20 bin kişilik mekanları kapalı gişe hale getirirken birçok ülkedeki listelere 1 numaradan girdi. Bunları yapan bir grubun yavaşlamak ya da durmak gibi bir düşüncesi olmayacağını tahmin etsek de Tobias Forge, verdiği bir röportajda birçok Ghost hayranını korkuttu. “Bence hikaye anlatımının bir sonu olabilir çünkü sonu gelmeyen bir pembe dizi yaratmak, hiç de üretkenliğinizi artıran bir şey değil. Hayranlarımızın grubu sevmeleri için hikayeye ihtiyaçları varsa, o zaman bu unsur muhtemelen çok yakında sona erecektir. Yine de müziğin yeterli olabileceği ve keyifli kalabileceği bir yol varsa en az meslektaşlarım kadar aç durumdayım. Hala çalmak istediğim yerler ve başarmak istediğim şeyler var. Bu şeylerin çoğunu başarabildiğim için çok şanslıyım, ancak hala deneyeceğim ve başaracağım işler var.” O yüzden açıklamanın son kısmındaki gibi umuyoruz ki “Skeleta”, Ghost’a veda albümümüz değildir. Velev ki öyleyse de şık bir veda olduğu gerçeğiyle yaşamayı öğreneceğiz. Albüm puanı: 7/10 Tür: Metal Yayın tarihi: 2025 Süre: 46 dakika Plak Şirketi: Loma Vista
Devamını okuSault - Acts of Faith
Takvimler 2019’u gösterdiğinde kimsenin bilmediği bir grup olan Sault, pat diye 2 albüm salarak insanların radarına girdi. Hatta radarına girmek ne kelime, direkt kulaklıklarının bir parçası oldu. “5” ve “7”nin başarısından sonra grubun kimliği merak edilmeye başladı. Little Simz, Adele gibi isimlerle olan çalışmalarıyla tanınan Inflo ile duru sesine hayran kalınan Cleo Sol’un grubu olan Sault, Afrika yerel çalgılarının ve siyah kültürünün işitsel mirasını sırtlanıp bir yandan da kolektif üretimle nelere başarabileceğini göstermeye başladı. Parlama Yılı 2022’de çıkardıkları birbirinden başarılı 5 albümse Sault’un nasıl bir üretim gücüne sahip olduğunun ispatıydı. Arka arkaya üretirken tekrara düşmeyen grup, bu sayede daha da ilgi topladı. Konser vermeme ve insan içine karışmama hamleleriyse gizemli havalarını korudu. Tüm bunların ışığında gelinen 2024’te grubun 11. Albümü “Acts of Faith” ile tanıştık. R&B ile blues’un kesişim kümesi Grubun şu zamana kadarki zirve anları olan “5” ve “11” albümünde de olduğu gibi blues damarından beslenen güçlü bir R&B albümüyle karşı karşıyayız. Gospel dokunuşları da albümde kendini hissettirse de Inflo’nun sample seçimlerinden, şarkıların iskeletlerine kadar uzanan dokunuşu ilk başta dinleyici kapıyor. Kaptıktan sonraysa yavaş yavaş içine çekiyor. ‘I Look For You’, ‘Soul Clean’ ve albümün kapanışı olan ‘Pray for Me’ albümün üzerine kurulduğu temel şarkılar oluyor. İnanıyorum, öyleyse varım Dini motifleri çok güçlü bir albüm olan “Acts of Faith”in teması da buradan geliyor. Lakin ismini aldığı inanç, dogmatik değil; dayanışmaya, dönüşüme, sevgiye ve hayata duyulan bir inanç. Albüm, tıpkı Sault’un önceki albümlerinde olduğu gibi işitsel ve lirik sınırları yıkıyor. Ancak eski albümlerine baktığınızda bunu yaparken daha cafcaflı olduklarını söyleyebiliriz. “Acts of Faith” ise daha yalın, daha mistik, yer yer daha içe dönük bir tonla yapıyor bunu. Gospel türünden alışkın oldukları koro vokalleri, yoğun kullanılan yaylılar ve basit ama direkt sözleriyle dinleyicisini bir ayine çağırıyor “Acts of Faith”. Ancak çağırdığı ayin huzurun olduğu kadar huzursuzluğun da ayini. İnancın toplumsal ve politik boyutlarına dair sorular soruyor. Bu şarkılar, bizi sadece dansa kaldırmıyor, yaşadığımız hayata dair bir şeyler dememiz gerektiğine dair cesaretimizi körüklüyor. Özellikle albümün ikinci yarısında ortaya çıkan lo-fi, ambient ve jazz ögeleri, dinleyeni huşu ile isyan arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Inflo’nun prodüksiyon ve şarkı yazma becerisine de bir kez daha şapka çıkarmaktan başka şansımız kalmıyor. Albüm puanı: 7/10 Tür: Blues Yayın tarihi: 2024 Süre: 32 dakika Plak şirketi: Forever Living Originals
Devamını oku
