Röportaj: Ali Ece ile Vazgeçemediği 5 Plak Üstüne

Beatsommelier

Ali abi hoş geldin. Öncelikle röportajımızı kabul ettiğin için çok teşekkür ediyoruz. Müzik anlamında neler yaptığını dikkatli bir şekilde takip ediyoruz ama bir de senden dinlemek isteriz. Kısaca Ali Ece kimdir? Müzik ile olan muhabbeti nedir?

Ali Ece

Burdan bir kez daha dedeme teşekkür ediyorum, rahmetli 13 yaşında bana siyah beyaz bir elektro gitar aldı. Ondan önce babamlar sürekli  klasik gitar almaya çalışıyordu ama benim hiç ilgim yoktu tabi.  Dedemin aldığı gitar da Fender Squire'dı. Jimi Hendrix’in Strat’ı ile sadece görüntü olarak aynıydı ama sesi de fena değildi hani.

Sonra on beş ayrı gitarım oldu fakat ben aslında işin en başında basçı olmak istiyordum. 1996 yılı Mayıs ayında at yarışından kazandığım parayla bir bas gitar ve amfi almıştım. Beyaz bir Cort’tu.  Önce okulda gruplarımız vardı ama ben bas gitari aldıktan sonra okuldaki arkadaşlar  “ gitarcının az iyisi basçı olur, sen daha iyi olanısın” deyip zorla gitarcı yaptılar, velhasıl tekrar gitara döndüm. Bas gitara olan ilgim nereden diye soracak olursan bas gitarı siyahi müzisyenlerin muhteşem şekilde kullanması nedeniyle  çok seviyorum. Zaten evde de bir tane Fender Jazz Bass’ım var.  

Futbol yorumculuğundan ne kazandın diye soracak olursan da  tabi ailemin ihtiyaçları ve temel şeyler dışında en önemlileri Fender Jazz Bass ve bir tane de kendimle yaşıt Les Paul diyebilirim (tabi bir sürü gitar pedalı ve gitarın dışında)  Murat Beşer'in de çok sevdiği Fender Jazzmaster ve Fender Jaguar familyası da ayrıca elimden geçmiştir.  Murat Beşer Jazzmaster’ı alıp duvarına asmak isterdi ama maalesef o gitarı satıp parasıyla başka  gitar almam gerekiyordu o yüzden ona hediye edemedim. 

Dinar Bandosu’nun ilk albümü “Saykodelikdeşik’de demin  bahsettiğim meşhur 50. yıl Japon Fender Jazzmaster’ımla çalmıştım. Gitar kimdeyse buradan seslenmek istiyorum, uygun bir fiyata tekrardan geri alabilirim. Bas ile ilgili bir diğer kısım da genellikle Dinar Bandosu’ndan önce cover gruplarının ne zaman basçısı olmasa beni çağırırlardı, hep giderdim. Oradan biriktirdiğim paralarla da kendime gitar pedalları alırdım. 

Ayrıca bas gitarın özellikle siyahi müzisyenler  tarafından çalınış biçimini çok sevmekle birlikte ek olarak o yıllarda da gitaristliğini en çok sevdiğim  iki isim olan Smiths’den Johnny Marr ve Television’dan Tom Verlaine’nin ya da Happy Mondays gibi grupların siyahlar ile beyazlar arasındaki çalma biçimlerindeki farklılığı aşıp siyahi tarzdaki melodi ve ritimleri beyaz müziğe yedirmeleri de çok ama çok hoşuma gidiyordu. 

Beatsommelier

Hangi noktada aştılar o farklılığı Ali abi sence? Bir de nasıl bir ayrım vardı?

Ali Ece

Bence punk'ın çıkışıyla beraber reggae, disco, hard rock hepsi birbirine yaklaştı. Yani aslında yeni bir tür arayışı ortaya çıktı. Müziğin arka planında eskiden basçılar hani esprilere konu olurdu grupta olup da hiçbir şey yapmayana ne denir? basçı denir falan insanlar güler eğlenirdi. Fakat yeni dönem punk seslerinde özellikle David Bowie’nin Ziggy Stardust döneminden sonra Amerika’ya gitmesi, orada siyahi müzik ile haşır neşir olmaya başlaması ya da bunun dozunu artırması diyelim, ve o müziklerden fena şekilde etkilenip aynı ekip ile Almanya’ya gelmesi aslında bu birleşmenin temel nüvelerini oluşturdu, benim kafamda böyle.

Beatsommelier

Örnek bir şarkı var mı abi?

Ali Ece

Var tabi adı da Türkçe, aklıma hemen David Bowie’den Yaşasın şarkısı geliyor. Arka planı dikkatle dinlediğinde az evvel bahsettiğim dinamikleri seçebilir hale geliyorsun. Zaten o şarkıda da reggae, funk ve Türk ezgilerinin sentezini görürsün. Zaten çocukluğumdan beri ailem sağolsun Cem Karaca, Erkin Koray, Barış Manço ezgileri arasında büyüdüm. Bowie’nin 1976 - 78 arası dönemde Berlin’de geçirdiği günler de onu bir çok farklı türü eklektik hale getirmeye yönlendirdi. 

Beatsommelier

Sanki Dinar Bandosu’nda da o tarza bir meyletme var abi?

Ali Ece

Esasında biz de Dinar Bandosu olarak retrofuturistik olarak niteleyebileceğimiz bir tarz yaratmaya çalıştık. Müziğin ilerleyen bir çizgiden ziyade bir döngü olduğuna inanıyorum. Bu anlamda da aslında bir yaşı yok melodilerin. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın  Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde değindiği haliyle ya da Bergson’cu bir bakış açısı ile müziğin zaman ve mekandan bağımsız olduğuna kanaat getirdim. Dolayısıyla aslında örnek aldığımız ya da bizi etkileyen melodilerle bir anda aynı saat dilimi içerisinde yaşadığımızı fark ettiğim an dolu dolu melodiler üretmeye ve şarkılar yazmaya başladım.

Hala Dinar Bandosu ile devam ediyoruz. Yeni teknoloji ile Retro futurist kafada Ekrem Işın’ın bize zamanında tarif ettiği “pergelin merkezini kendi topraklarımıza hareketli ucunu ise bütün dünyaya hatta mümkünse tüm evrene” açmaya çalışıyoruz. En azından Kenan Evren’e yani müesses nizama göre açmıyoruz diye bir kelime oyunu da yapmak istiyorum. Yani aslında şöyle müzik yapılmaz, böyle müzik yapılmaz diktatörlüğüne karşı bu lafların umrumuzda olmadığını da çalışmalarımızla hep gösterdik ve gösteriyoruz.

Hazır beni etkileyen eski melodilere değinmişken güzide  ve büyük Türk tarihçimiz Ekrem Işın’ı da anmak isterim. Bence en underrated entelektüellerden birisidir. Yapı Kredi Yayınlarında çalışırken bir gün sabah bize Led Zeppelin, Rolling Stones, Dave Brubeck, John Lee Hooker ve Muddy Waters plakları getirdi ve orada bende her şey yerine oturmaya başladı. Bir de eskiden Türkiye’de edebiyatçılar sadece edebiyat ile ilgilenir ve genellikle sadece klasik müziğe merak sararlardı ya da Rock’çılar tam tersi edebiyatla hiç ilgilenmezlerdi. Bugün baktığımızda ise her iki alan da 3. dalga’da birleşmiş durumda ve hem dinleyici hem de okur olarak bunun meyvasını yiyoruz.

Beatsommelier

Dinar Bandosu ilk çıktığı dönem yani 2000’lerin başında tabi albüm satışları hala canlıydı. Bu dönemde size satış baskısı kaynaklı müzikal yönelimlerinizi ya da tarzınızı değiştirme gibi bir söyleme maruz kaldınız mı? 

Ali Ece

Benim ve diğer arkadaşlarımın da tercih ettiği yapım  şirketi ile yaptığımız toplantılarda şunları kullanmazsanız, bunları yapmazsanız daha çok satarız demişlerdi. Şimdi dönüp düşününce aslında bizim için kafa patlatmışlar ama o zaman çok sert tepki vermiştik. Mesela benim kullandığım bazı gitar pedallarını çok vintage buluyorlardı ve değiştirsek mi diye gelmişlerdi ama hiç kabul etmemiştik. Mix ile alakalı da daha modern bir mix yapmak istiyorlardı. Aziz Berk Erten olmasaydı o ilk albümü mixlemek de kayıt etmek de imkansız olurdu. En azından ilk albüme emek verenlerden Aziz Berk Erten çok başarılı oldu, aranan bir ses mühendisi oldu ben o yüzden çok mutluyum. 2. albüm “Aya da Gidelim Osman” da ise Moğollar Serhat abi’nin ve diğer Moğollar elemanlarının büyük katkıları oldu. Tabi ki en çok Serhat abinin, çünkü o kayıt etti, o miksledi, bütün detayları ile o uğraştı. 

O dönemde kendi adıma söylüyorum, Rock’n roll star triplerine girmiştim çünkü o dönem Zeytinli Festivalinde mükemmel çalmıştık. Herkes geleceğin en iyi grubu siz olacaksınız derken o gelecek bir türlü gelmedi. Başka türlü bir gelecek inşa etmeye çalışıyoruz artık.

Beatsommelier

Ama ülke de bambaşka bir yere gitti, belki onun da etkisi olmuş mudur?

Ali Ece

Yapanlar yaptı ama. Örneğin Rapçiler başardılar. Şu an ana akımın alternatifi Rap oldu. Fuat, Ceza, Ayben gibi. Ayben ile Dinar Bandosu olarak aynı sahneye de çıkmışlığımız vardır. Başarıdan kastım sadece ticari açıdan da değil bu arada, iz bırakmak anlamında. Ceza’nın mesela reklamlarda vb. yer alması benim çok hoşuma gidiyor kesinlikle eleştirmiyorum. Hatta Hayko Cepkin’in de reklamlarda yer alması beni mutlu ediyor. Yani hem Hayko olsun hem Ceza ve o dönemdeki rapçiler kendileri olarak kalıp tarzlarını piyasaya kabul ettirmeyi başardılar. Biz Dinar Bandosu olarak hep kendimiz kaldık ama kendimizi kabul ettirme konusunda kesinlikle onlar bizden daha başarılı oldular.

Aslında ilk çıktığı zaman çok sevdiğim bir arkadaşım da olan  Hayko Çepkin gerek dış görünüşü gerekse de  müzik tarzı olsun hepimizden daha radikaldi bu bir gerçek, örneğin brutal vokal yapıyordu. Yazları görüştüğümüzde de hala tartışırız ama buradan tekrardan Hayko’ya sesleniyorum, B dim (diminished) akoru öyle basılmaz. Sen B dim7 basıyorsun Hayko, tabi benim de Hayko’ya müzik konusunda çalım atabileceğim tek konu da bu. 

Hayko ailesinin background’u sayesinde çok küçük yaşlarda org öğrendiği için armoni konusunda çok avantajlı. Bizim Dinar Bandosu’nun tek eksiği aranjör ve orgcu oldu. Fairuz Derinbulut’tan tanıdığımız çok yetenekli Okan gruba katılmıştı ama o zaman ben yoktum. Bu aralar yine Okan ile buluşup tekrardan canlandırsak mı diye konuşuyoruz. Okan takibimdesin, şimdi Dip Sahaf’a gelip Fransızca 45’likler alıyormuşsun, her hareketin takibimde buradan sesleniyorum.

Son olarak Mor ve Ötesi de örneğin kendi başarısını kendisi yaratanlardandır.

Beatsommelier

Ali abi peki CD’mi, Plak mı yoksa Streaming mi?

Ali Ece

Kendi adıma CD’ler benim gençlik dönemimde pahalı olduğu için ben hep plakçı kaldım, çünkü o dönem plaklar çok ucuzdu, herkes kurtulmaya çalışıyordu, fiyat olarak CD çok yüksekti, plak çok düşüktü, keşke hep öyle kalsaydı. Bir ara da CD çok ucuzlamıştı, plak çok yükselmişti. Millet altın & gümüş rasyonsuna bakar ya, ya da Euro & Dolar paritesine;  ben de plak & CD rasyosuna bakarım desem yeridir. Kendimce o dönem zavallı karlarımı biriktirerek müzik aletleri, gitarlar, amfiler ve tabi ki hiç vazgeçemediğim gitar pedalları alıyordum. Tabi denk getirdiğim ölçüde de hep plakçı kaldım aslında.

Beatsommelier

Abi kasetle aran nasıl peki?

Ali Ece

Tabi çok kasetim vardı. Yaklaşık 1.000 adet kadar kasetimi hatta Can Plak’a verdik. Karşılığında Bauhaus plağı alacaktık ama hala göremedik. Buradan kendisine sesleniyorum. Bauhaus plağımı getir Can. Geçenlerde o kasetlerin buraya yabancı öğretmen olarak gelip Kadıköy’de yaşayan başka bir plak sever ve Türk bir hanımla evlenmiş Paul’de olduğunu kendisinin instagram hesabından öğrendim. Çok iyi bir müzik zevkin var dedi bana ama bazı kaset sonundaki konuşmalar neden diye de sordu.

Artık fiziksel olarak müzik toplamaya arşivcilik mi denir bilmiyorum ama dün gece bir kez daha şunu fark ettim. Büyük filozof Hegel özel mülkiyet ile mali egemenlik arasına bir fark koyuyor. Maslow’un ihtiyaçlar teorisi üzerinden de bu konular yıllarca tartışıldı. Bu iki teoriye göre aslında benim sahip olmam gereken şeyler ya da özel mülküm (ev ve yuva ihtiyaçlarını ayrı tutarak, kişisel alandan bahsediyorum) gitarlarım ve plaklarımdı. Buradan Hegel’e de teşekkür ediyorum. Bir de benden plak alıp getirmeyen arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum. 90 tane plaktan 1 ya da 2 tanesi gelmiştir. Acaba onlar da “mülkiyet hırsızlıktır” diye ters bir hamle ile mi bu hareketi yaptılar bilemem ama feda olsun. 

Bir ara 6-7 yıl önce futbol yorumcuları ile alakalı Maliye’den servet bildirim ihtarı gelmişti. O zaman ben de plaklarımın, gitarlarımın sayısını yazdım, hala o kadar. Bundan dolayı da çok mutluyum ve kıvanç duyuyorum, kendimi çok zengin hissediyorum. 1.000’den fazla plağım var, 4’ten fazla gitarım var, gitar amfilerim var ve bu kişisel servetim ile çok mutluyum. 

Beatsommelier

Plakları çaldığın set ne abi? Bir de plaklara ve sete ayırdığın özel bir odan var mı?

Ali Ece

En son bir tane Akai’m var, Moda Plak’taki arkadaş ayarladı sağolsun. Bir de Denon ahşap hoparlörlerim var eniştem verdi, amfim de eski bir Pioneer. Eşim sağolsun bir tane dolap yaptırdı, plakların çoğu orda durur diğer kısmı da salondadır. 

Beatsommelier

Yani abi en baştaki soruya dönecek olursam, plak CD ve kaset’te aslında Plakçıyız değil mi?

Ali Ece

Tabi plak dışındakiler geçici bir hevesti benim için. Gerçi CD çok kaliteli ama iyi bir CD çalar bulmak lazım. Bir de özellikle 90’larda artık hiç plak basılmadığı için o dönemin sevdiğim bütün kayıtlarına ancak CD formatında ulaşabiliyorum. Zaten plak mefhumu da Beatles’ın Revolver albümünün 2012 yılında şahane bir şekilde remastering yapılarak tekrardan basılması ile hayatımıza yeniden gümbür gümbür girdi. Sonrasında zaten her şey plak olarak yeniden basılmaya başlandı ve özellikle son dönemde plak olarak basılan kayıtlar artık plak için özel olarak tekrardan remastering edilmeye başlandı. Tabi kötü bir iki örnek de var örneğin bende birkaç tane Slowdive var, 180 gr ama direkt CD kaydından aktarmışlar mesela ama yine de olsun, Vinyl’ın kokusunu duymak bile beni çok mutlu ediyor. İnsanların verdiği emek, çizgilerin içine sesleri kayıt etmeleri falan, muazzam hepsi. Ayrıca Moğollar’ın da bütün o doğrudan plağa kayıt yapılan muazzam külliyatı “Anatolian Sun” muhteşem olmuş. Sanırım Hollanda’da kayıt edildi o albüm. Ya da bütün o 50’lerde kayıt edilen caz plakları bugün yeni baskılarında muhteşem tınılıyorsa plak için kayıt edildiklerindendir.

Bir de artık Türkiye’de bu işi çok çok iyi yapan arkadaşlarımız var. Sesçilerin, miksçilerin kalitesi çok çok yükseldi. Geçmiş dönemde kafamızdaki ses ile maddi kayıt arasında çok büyük fark olabiliyordu ancak şimdi bu fark kalmadı. Hatta ekip olarak tekrar Dinar Bandosu’nda bir araya gelip yeni kayıtlar yaparken bunun da çok olumlu bir etkisi oldu.

Beatsommelier

Günümüz streaming kültürüne ne dersin peki?

Ali Ece

Streaming ile çok işim yok açıkçası. Plaktan mp3’e aktarıp cep telefonundan öyle dinliyorum. 6 ayda bütün plaklarımı bu şekilde çevirdim. Genel anlamda baktığımızda ise yeni kuşak bir şeye sahip olmaktan çok bir şeye erişmeyi tercih ediyorlar. Onlar için bu model çok uygun. Jeremy Rifkin’in üretim ve kar mekanizmasının demokratikleştirilmesi ile ilgili erişim ve katılım odaklı teorileri streaming mefhumuna uyuyordu. Tabi işin bir de müzisyen boyutu var. Spotify ilk çıktığında müzisyenlere aşırı az para veriyordu. 

Beatsommelier

Şöyle de bakmak mümkün mü? Evet bir taraftan streaming ve kiralama yöntemi erişimi kolaylaştırıyor fakat öteki taraftan da insanların aslında ne kadar fakirleştiğini de örtmüyor mu? Satın alma gücünün yitip kiralamaya mecburen geçilmesi gibi bir denklem de söz konusu mu?

Ali Ece

Kesinlikle katılıyorum. Ben şu an gençlere çok üzülüyorum çünkü satın alma gücü oldukça düşmüş vaziyette. Bir de kullanılan yapay zeka ile ilgili olarak kısıtlamaları görüyoruz. Örneğin Alman grubu Can’i beğendiğinizde sadece Almanlıktan kaynaklı size Rammstein öneriliyor. Bence manasız. Can beğenildiyse adama Neu! önerilir. Neu! beğendiyse La Düsseldorf önerilir, en son erken dönem Kraftwerk’ten çıkarsın.

Beatsommelier

Ali abi şu sıralar içine düştüğün bir şarkı ya da albüm var mı?

Ali Ece

20 yıldır arayıp bulamayışımdan sonra Dave Brubeck’in Jazz Impressions of Eurasia albümünü sonunda buldum. Hiç durmadan onu dinliyorum. Bu albümden en çok da ilk şarkı olan “Nomad’ı” sıkça dinliyorum. Onun dışında bu aralar Libertines dinliyorum. Yabancılardan devam edecek olursak streaming platformlarında bulunmayan Kraftwerk’in ilk avantgarde çalışmalarını dinliyorum. Yerlilerde ise Osman İşmen’i sıkça dinliyorum. Nihayet bir de Osman İşmen Orkestrası tekrardan basıldı, onu da çok dinliyorum, o albümdeki şarkılar onlarca efsane Kemal Sunal filmlerinin müzikleri, şu sıralar listemde ön sıralarda.

Beatsommelier

Yavaştan seni sen yapan 5 adet plak konseptimize geçelim Ali abi. İlk 5 plağı kendi hayat hikayene yedirdiğinde hangi albüm ne zaman hayatına girdi, seni nerede yakaladı, sonraki Sen’e etkileri ne oldu bu konuları konuşmaya başlayalım.

Ali Ece

Tabi. 12- 13 yaşlarındaydım, sanki 89-90 yılları arasıydı. Tabi şimdi hatırlıyorum, 1990 Dünya Kupası’nın hemen öncesiydi. Okuldan çıkmıştım, şimdi Moda Sahne olan Moda Sineması’nın arka tarafında yer alan pasajı geziyordum. O pasajın arkasında Tahsin abi’nin bir yeri vardı: O gün Rolling Stones çalıyordu. İlk kez orada Rolling Stones’u çok sevdiğimi idrak ettim. Annem, babam Beatles’çıydı. Tabi ben ikisi arasında hiç ayrım yapmam ama o dönem erkek okulunda okuduğum için Beatles’a nazaran Rolling Stones bize daha sert ve havalı geliyordu. Tabi her iki grup da çok iyilerdi ama Beatles hani gözümüze daha bir tertipli düzenli görünürken Rolling Stones ise içi entelektüel ateş ile yanan düzen dışı enfes bir grup olarak görünüyordu. Elimde tuttuğum plak o günlerin hatrına bu söyleşiye konu olabilir. 64-71 toplaması olan Hot Rocks’ı velhasıl o gün Tahsin Abi’den almıştım. Ben önce tabi hesaplı olsun diye kasete çekmesini istedim ama Tahsin abi plağı da aynı fiyat dedi ve bu plağı almış oldum. 

Bu plağı almamdaki güdü az evvel değindiğim noktalar olsa da aslında nasıl güzel bir hareket yaptığımı sonrasında da defalarca anladım. 64 - 71 toplaması aslında müzik tarihinde de önemli bir yere oturuyor. Ben bu albümü seçerken 64 öncesi büyük bir Blues külliyatını da seçmiş olmuşum haberim yok. Jumpin’ Jack Flash, Satisfaction, Midnight Rambler vb. bunları dinlerken aslında Muddy Waters, John Lee Hooker gibi blues üstatlarının yeni versiyonlarını dinliyorum. Zaten Rolling Stones ekibi Amerika’ya gittiklerinde efendim nereyi görmek istersiniz sizi hemen New York’a götürelim büyük binaları görün ya da Los Angeles sahillerinden başlayalım diye öneriyorlar ama özellikle Mick Jagger “gerek yok direkt olarak direksiyonu John Lee Hooker’ın, Muddy Waters’ın yanına kırın” diyor. Rolling Stones’da öyle bir blues sevgisi vardır. Ayrıca geçmiş gelenekleri harika bir şekilde geleceğe taşıyabilmişlerdir. Zaten Jagger birçok röportajında da “ben Rock’n Roll starından da önce iyi bir Delta Blues’cuyum” der. Yani Jagger daha blues Chigago’ya gidip elektriklenmeden önceki haline aşık olduğunu belirtiyor. Ben de kendi adıma Delta Blues’u, slide gitarları, farklı blues akort etme sistemlerini (drop D, açık sol vs.) hep Rolling Stones sayesinde keşfettim. Zaten kendi arşivimde de sadece John Lee Hooker’dan en az 20 tane plak var ki belki torunlarında bile o kadar yoktur.

Öte yandan Keith Richards’ın da kattıklarını anmadan olmaz. Blues akorlarını kendi sentezi ile birleştirip muazzam sesler yarattı ve bunu 50-60 yıldır aralıksız devam ettiriyor. Muhteşem bir başarı onunkisi. Buradan elektrikli gitarın müzik alemindeki önemine de değinmek istiyorum. Allah Leo Fender’den, Les Paul’den razı olsun. Elektrikli gitarın her hali enfes. Örneğin Iggy Pop bir söyleşisinde normalde ölü gibi olduğunu ama elektro gitar sesi duyduğunda hayata döndüğünü belirtir, kesinlikle katılıyorum. Benim de mesela bir askerlik anım var. Askerdeki ilk hafta hiç elektro gitar sesi duymadım ve uzun zamandır başıma gelen gerçekten en kötü şeydi. Sonra kanalları gezerken televizyonda sivilde asla dinlemeyeceğim bir şarkıya denk geldim. Arka plandaki elektro sololarını duyduğum an tüylerim diken diken olmuştu. O an dedim ki evet ben bu sese delice vurgunum. 

Albüme geri dönecek olursak  mesela Rolling Stones müziğini global anlamda da beslemeyi çok iyi bilmiştir. Örneğin Paint it Black albümündeki sitar kullanımı enfestir. Bu kullanım aynı zamanda bana söyleşinin başında değindiğim batı toplumu dışındaki enstrüman ve seslerin batı müziğine yedirilmesi mefhumunun da iyi bir örneği gibi geliyor. Zaten İngiltere’de yaşayan birçok Hintli’nin bırakın da İngiliz müziğine bir etkisi olsun. Günümüzde yabancı düşmanlığı inanılmaz yükselişte ve doğal olarak Hintliler de bundan nasibini alıyor ama aslında düşündüğünüzde Hintliler o kadar sarsılmaz bir parçası ki İngiliz toplumunun. Örneğin Alex Ferguson’un çalıştırdığı dönem Manchester United maçlarında onun arkasında hep Hintli bir seyirci kitlesi olurdu. Sonra kendisiyle tanıştığımda bunu sordum. Ferguson da onlar benim yakın arkadaşlarım, 100 yıllık Manchester’lıdırlar demişti. (Post 3) Böyle bir iç içe geçme durumundan bahsediyoruz. “Paint it Black” ile ilgili bir konu da Rolling Stones’un bu şarkı için Erkin Koray’ın “Bir Eylül akşamı” şarkısından etkilendiğinden bahsedilir. Bence bir kopyalama, aşırma durumu yok; iki şarkının gamları çok akraba ve Erkin Baba nasıl pergelinin merkezini yaşadığı topraklara açıp diğer tarafıyla dünyaya açılıyorsa ona benzer bir durum söz konusu. Ayrıca George Harrison zaten sitarı Beatles’ta kullanmış, üstat Ravi Shankar’dan ders bile almış; Brian Jones’un bunlardan etkilenmemesi imkansız çünkü adam tüm enstrümanlara meraklı.

Batı kültürü dışı seslerin Batı modern müziği içerisinde kullanılması mefhumunu biraz daha açmak isterim. Miles Davis’in “On The Corner” albümü mesela çok iyi bir örnektir. Klasik caz çağından sınra Davis bu albümde dümeni eski Afrika ritimlerine ve Hint sitarlarına kırıyor ve ortaya kendi külliyatı ile hiç tutmayan ama enfes bir albüm ortaya çıkıyor. Tabi o dönem eleştirmenler albümü yerden yere vuruyorlar ama nafile. Zaten müzik eleştirmenliği de hele o dönem bana son derece sığ bakış açıları ile yapılmış geliyor. Yani müziğin ne olduğunun keşfinden ziyade piyasa ne der, bana katkısı ne olur gibi bir bakış açısıyla kalem oynatılmış yıllarca. Zaten La Majör akorunu bile basamayan bir kişi de müzik eleştirmenliği yapmasın mümkünse. Eleştirisini yaptığınız şeyi bilmeniz gerekir.

Zaten bu kendini bilmez müzik eleştirmenlerinin batı tipi Türk Müziğine de muazzam zararları olmuştur. Örneğin Yavuz Çetin dünya çapında bir gitarcı olmasına rağmen o dönemin müesses nizamı bir kere bile onu kaale almadı ve kendisine bu piyasa tarafından hep haksızlık yapıldı. Biz yeni yetmeler olarak Yavuz abiyi her yerde yakalamaya çalışır belki ufak bir şey öğreniriz umudundayken böyle bir karakteri ölüme sürüklediler. Çünkü Yavuz abi aslında onlara yüz vermemişti, kuyruk acıları da ondandı. Seni şöyle ünlü yapacağız ama şunu çalman lazım diye gelenlerin hepsini elinin tersi ile itmişti. Bugün o adamlardan bazıları gelip ne güzel futbol yorumluyorsun dediklerinde ben de biliyorum ki aslında bu  şahıslar aslında ne oturup kulak kabartarak benim programlarımı izlemişler ne de başka bir şey. Sadece günün modası olan şeyleri takip edip köpürtüyorlar o kadar. Bence çok acınası! Eklemek isterim ki aynı şeyi bu mafyavari köşe kapmacı ekip Erkan Oğur’a da yapmıştı ama şimdi sorsan dünyanın en iyisidir Erkan Oğur. Bütün bunların sebebini de ben bu eşrafın kasabalı rantçı tüccar mentalitesinden çıkamamalarına bağlıyorum. Türkiye çok hızlı modernleşti. Bu modernleşme haliyle yeni meslek tipleri yaratırken bu meslekleri kimlik edinen insanlar asla o mesleklerin gerektirdiği donanıma sahip olamadılar ve bu boşluğu da dedikodu ve diğer güç oyunları ile örtme yolunu seçtiler. Yoksa siz kim Erkan Oğur kim, Yavuz Çetin kim. Tıpkı Gobbels’in gençlik çağlarında büyük bir filozof olmak isteyip becerememesi ve sonunda da Nazi propaganda bakanı olması gibi bunlar da erişemedikleri ciğere pis diyen hazımsızlar oldular. 

Son olarak albüme tekrardan dönecek olursak bu albümde yer alan şarkıların anlattıklarını da çok seviyorum. Mesela “Satisfaction”, bu şarkının ritimlerine kapıldığınızda çok pozitif bir aşk şarkısıymış hissiyatı yaratır ama sözlere odaklanırsanız bugün de içine düştüğümüz tüketim toplumu sarmalının keskin bir eleştirisini yakalarsınız. Ya da Taner Öngür’ün “Her dara düştüğümde Time is on my Side şarkısını dinlerim” sözü aklıma geliyor. Kesinlikle; çünkü insan haklıysa zaman her zaman onun tarafındadır.

Beatsommelier

Rolling Stones’un son albümünü dinledin mi abi? 

Ali Ece

Tabi, Lady Gaga ile yaptıkları Sweet Sounds of Heaven şarkısı çok hoşuma gitti, siz de dinleyin.

Beatsommelier

Çok kapsamlı bir cevap oldu, harika abi. Masada David Bowie’den Low görüyorum Ali abi. Bize bu plağı, önünü ardını anlatsana.

Ali Ece

Bu albüm ben doğduğum yıl yayınlanmış. Çok sevdiğim plak sever bir arkadaşım var, instagramda Danbarretvinyl isminde, Trabzonlu. Bu albümü benim ne kadar sahiplendiğimi bilir o yüzden bana imzalatmıştı (gülüşmeler).

Albümün arka planına şöyle girelim. 2. Dünya Savaşı sonrası biliyorsun İngiltere’de en az iki erkek jenerasyonu ortadan kayboldu. Kadınlar iş yaşamında daha da yerini sağlamlaştırdı ve klasik muhafazakar aile yapısı çatırdamaya başladı. Pink Floyd’lar  ve daha niceleri aslında babasız büyüdükleri için oğlum böyle yapma şöyle yapma diyen figürler olmadığından kaynaklı olarak kültürü sıfırdan baştan yazabilecek rahat bir ortam bulabildiler. Yani 1960’lı yıllardaki savaş sonrası refah devleti (ki Murat abi bu döneme revizyonizm diyecektir, varsın desin abi kardeşiz biz onunla), zenginliğin çalışan sınıflarla biraz daha paylaşılması, aile yapısının daha özgürlükçü bir yere zorunluluktan dolayı evrilmesi vb. yepyeni bir kültürün doğmasına sebebiyet verdi. Örneğin Beatles’ın Revolver albümündeki Taxman şarkısında çok para kazananlara uygulanan vergiyi anlattığı 9’u benim 1’i senin için cümlesi o dönemi özetleyebilir. 

Sonra zaten 74 yılı, petrol krizi vb. Dünya’nın çivisi çıkıyor. Mesela Bowie’nin 1974 tarihli Diamond Dogs albümü muazzam bir albümdür, tam o dönemin distopik havasında yazılmıştır, çok severim. Benim 1977 tarihli Low’u seçme nedenim ise bu albümün artık ne İngiliz ne de Amerikan kalıplarında olmayıp aslında Avrupa Rock Müziği’nin ilk örneklerinden birisi olmasıdır. 

David Bowie’de aslında tıpkı Jagger gibi Amerikan seslerinden çokça etkilenmesine rağmen onu kendine has Avrupalı bir kimliğe yedirmesini çok iyi bilmiştir. Zaten Bowie’nin ABD siyahi müzik tarafını keşfetmesi biraz da Birleşik Krallık’ta Ziggy Stardust sonrası kazandığı büyük ünün kendisine artık zarar verdiğini keşfedip karşı kıyıya yol alması ile başlıyor. Bowie orada takipçilerini şok edip soul ve funk altyapılar ile Eski Kıta’ya dönüyor. Tabi orada da kalmıyor, bu ekiple Berlin’e yerleşip Low’u kayıt ediyorlar. Örneğin Young Americans bu etkinin en açık hissedildiği albümlerden bir tanesidir ya da Station to Station albümü isim olarak tam da Bowie’nin o dönemki seyyahlığına referans verir. Mesela Carlos Alomar’ı bulup Avrupa’ya getirmesi Avrupa müziğine çok şey katmıştır. Bu ekip Berlin’de Low’u kaydederken çılgın gibi Kraftwerk, Neu! vb Alman müziklerini dinliyorlar. Low, Berlin üçlemesinin öncülüdür. Albüm Berlin Duvarı’nın hemen yanında kayıt ediliyor. Heroes şarkısı örneğin duvarın önünde birbirlerine delice sarılan iki kişinin ardından duvarın öteki taraflarına gitme düşüncesinden etkilenerek yazdığı bir şarkıdır. Zaten Bowie duvarın öte tarafında Doğu Almanya’da da yaşıyor. Uyuşturucu kesinlikle yasak olduğu için bu illetten kurtulmak adına hem Doğu Berlin’de hem de SSCB’de uzun aylar geçiriyorlar İggy Pop ile birlikte. Yani Marx’ın kemiklerini sızlatan bu siyasal sistemin tek iyiliği sanırım David Bowie ve İggy Pop’u uyuşturucu illetinden kurtarmasıdır desek yeridir!

Bowie’nin albüm kaydı için Berlin Duvarı’nın yanını seçmesinin bir sebebi de bence kendisinin İngiltere, ABD ve Avrupa arasındaki müzikal geçişkenliği sağlayacak yani duvarları aşacak bir şeylerin peşinde olması ve ilham olarak da Berlin’i görmesi olabilir. Albümün B side’ının mesela tamamen sözsüz olarak ambient seslerle bol synthli kaydedilmesi falan, bunlar çok radikal şeyler o dönem için.

Bowie gerçek bir bukalemun. Hem şiir hem resim hem müzik hem kareografi adamın elinden her iş geliyor. Brian Eno ile de o dönem muhabbetleri sağlam. Hatta her ikisinin hazırladığı bir okunacak kitaplar listesi var, ben daha yarısını okuyabildim. Herkes erişip bu listeyi okumalı bence. Bir de Bowie kariyeri boyunca müzikal gidişatı aslında dikkatle takip ediyor, ona göre kalitesinden ödün vermeden kendisini konumluyor, yeni grupları ilk keşfeden olarak onlara hayat öpücüklerini veriyor. Özgür ruhunun yanında aslında çok iyi bir profesyonel kendisi.

Beatsommelier

Abi yeri de gelmişken şöyle bir değerlendirme yapsam? 2. dünya savaşından bahis açtık ve sonrasında özellikle Avrupa’da oluşan boşluktan. Bu boşluk biraz da Amerikan kültürünün baskın çıkması şeklinde dolmadı mı? 

Ali Ece

Tabi, güzel tespit ama Avrupa kültürü,özellikle İngiliz tarafı, dışardan geleni asimile olmadan kendi içine yedirmesini çok iyi bilir. Örneğin premier ligi ele alalım. 92-93 sezonunda Simple Minds’ın Alive and Kicking şarkısı ile başladığında (ki grup İskoç’tur) herkes ABD Premier Lig’e ticari spor piyasasının Avrupa’daki iz düşümü olarak bakmıştı ama şimdiki duruma bir bak derim. En iyi hoca Guardiola ve Klopp İngiliz değil, sermayedarlar genelde Orta Doğu’dan ama ligin kendisi has İngilizdir. 

Beatsommelier

Abi masanın sol köşesinde bize gülümseyen bir Stone Roses  limon kapaklı albümü görüyorum. Manchester sevdanı da biliyoruz. Bu albümden bahsetsene bize

Ali Ece

Beni erken okuma yazma öğrendim diye okula erken vermişlerdi. O sebeple uzun süre kekemelikle uğraştım. Zaten 12 Eylül atmosferinin de içindeydik. Foucault’nun çeşitli çalışmalarında değindiği “kontrol toplumu”, “denetim toplumu” vb. bunları çok iyi anlıyorum. Hatta zamanında Hürriyet’e bir röportaj vermiştim bak Kenan Evren denince aklıma geldi, yine sert şeyler söylemiştim ama röportaj da hani birçok farklı konu da vardı, manşete onu çekmişler, o dönem de öyle bir gazetecilik vardı neyse. Bu Kenan Evren meselesini o dönem de açık açık anlatmıştım şimdi de anlatırım. Bir kere sülalemden işkence gören oldu, ayrıca be adam Türkiye’de henüz Punk kuşağı yok sen biz punk kuşağı istemiyoruz diyorsun. Zaten Kenan Evren’in en büyük zararı tarihsel olarak kendi darbeci faşistliğini Atatürkçülük ile aynı cümlede kullanması oldu, ondan olsa olsa  Kenanizm olur; rahat uyuma Kenan Evren deyip bahsi kapatıyorum. 

Her neyse ben kekemelik ile çok uğraştım. Hatta geçsin diye ailem beni Efes’e basket oynamak için yazdırmıştı. Benim aklımda hep futbol vardı ama iyi ki gitmişim, çok güzel dostluklar edindim. Velhasıl ben orta okuldayken üst sınıflardan bir abim, Cem, bana Stone Roses’ın kasetini vermişti. Cem’e buradan tekrar teşekkür ediyorum. Ben Cevizli’den Göztepe’ye trenle dönerken sürekli Stone Roses’ın kasetini dinliyordum ve bu albümün  kekemeliği atlatmamda büyük etkisi oldu. Yani sadece bu kaset değildir ama gerçekten bir etkisi olmuştu. Hatta bana akıl danışan diğer kekeme dostlarımla da o dönem bu bilgiyi paylaşmıştım.

Stone Roses’ın bu albümü müzikal anlamda bende James Brown ve Beatles’ın arası bir yerde duruyor gibi geliyor. Tutturdukları post punk tını hem 60’ları kapsıyor hem de James Brown’’da cisimleşen funk ve soul tınıları.  Bir de bu arkadaşlar tabi benim hayatıma böyle bir etki yapınca bende her birini ayrı ayrı aradım taradım ve Stone Roses’ın da benim gibi futbol delisi olduğunu öğrendim. Mesela Second Coming albümünden önceki tanıtım söyleşilerinde ne sıklıkla konsere çıkacaksınız diye gelen soruya Manchester United’ın Şampiyonlar Ligi maçlarının olduğu akşamlar dışında her gece OK’dir diyorlar. Zaten Brit Rock’ı ele aldığında beri planda Manchester’lılık ve büyük bir futbol aşkı olduğunu görmemek elde değil. Gerek Oasis’ten Gallagher namı yürümüş bir City’li iken gerekse de Johnny Marr örneğin onun da City’li olduğunu görürsün. Zaten Oasis, City 3. Ligdeyken ve kendileri de şöhretlerinin zirvesindeyken hiçbir maçlarını kaçırmıyorlar. Mesela Cantona da sıkı bir Stone Roses dinleyicisidir. Geçen günlerde David Beckham’ın Gary Neville ile röportajını izlerken ona da en sevdiğin grup kimdir diye soruyorlar o da hiç düşünmeden Stone Roses diyor. Yani Stone Roses’ın yeri futbol camiasında başkadır.

Beatsommelier

En sevdiğin şarkı nedir abi bu albümden?

Ali Ece

Waterfall’u çok severim ama bütün albüme bayılıyorum. Kaç kaset eskittim kim bilir baştan sonra dinlerken. Kasetleri o dönem Zihni Abi’den alıyordum. Hatta veresiye defterinde hep ilk sıralarda ben çıkardım, defter o kadar kabarıktı yani. Annem ÖYS zamanı eğer iyi geçerse istediğim 2 CD’yi alacağını söylemişti. Şükür sınav çok iyi geçmişti hemen soluğu Zihni’de almıştık. Hatta en başta bahsettiğim o at yarışını tutturduktan sonra sadece Cort bass gitar almakla kalmadım hemen soluğu Zihni’de almıştım. “Şuradan Bunnymen buradan Siouxsie, onu da ver bunu da ver diye diye yüklü bir CD alımı yapmıştım, veresiyeyi de temizlemiştik şükür. Hatta Zihni abi ile Murat Beşer biz de oynayalım dediler ama tutturamadılar bir türlü (gülüşmeler)

Beatsommelier

Seçkinin içinde bir de Echo & The Bunnymen görüyorum Ali abi. İngiliz post punk ve new wave’inden devam ederken bu plağa da uğrayalım mı?

Ali Ece

Ocean Rain albümünü de çok fazla dinledim. Yine Stone Roses ile aynı dönemdir, 90’lı yılların tren yolculuklarımın vazgeçilmeziydi. Hatta hiç unutmam bir keresinde çok fazla kar yağdı, Topkapı’dan Kadıköy’e 5 saatte gelebilmiştik, tam Kadıköy’e varmışken Walkman’in pili bitmişti, demek ki 5 saat aralıksız bu albümü dinlemişim. Elimdeki plağı da Kanada baskıdır. Bizim Dinar Bandosu’nun basçısı Douglas Kanadalı’dır, o da bu albümü çok sever.

Donnie Darko filmi sağolsun grup çok ünlü oldu sonra. Hatta Türkiye’ye bile geldiler. 2006 yılında Murat abi Balans’ın müzik direktörüydü, onlar getirmiş. Bir gün beni aradı, senin adamın geldi gel diye inanamadım. Bir diğer inanamadığım şey de biz bu adamlarla aynı sahneyi paylaştık, hala çok ilginç geliyor. En son inanamadığım şey ise idolüm olan Ian McCulloch’tan nasıl oldu da 5 dakikada soğudum bu durum beni de şaşırttı. O gün adamımın aslında gitarist Will Sergeant olduğunu anladım ama. Zaten kendisinin gitar stilini ve farklı kültürlerden aldığı ezgileri gamlara yedirmesini çok seviyordum ama insan olarak da efsaneymiş. Ben Ian’ın dikkatini çekmek için Liverpool forması giymiştim hiç tınmadı ama Sergeant öyle mi? Çok ilgilendi hatta plağımı da imzaladı sağolsun.

Ben Echo & The Bunnymen’i seçerken aslında Doors’u da seçmiş oluyorum, aynı zamanda Joy Division’ı da seçmiş oluyorum çünkü Bunnymen’deki karışım böyle bir karışım. Benim Ceyhun diye bir arkadaşım var mesela. Ankara’da üniversite kazanıp gittikten sonra çok seyrek görüşmeye başladık ama her 4-5 yılda bir mutlaka konuşuruz. Ali Ece napıyosun, tahmin edeyim Echo and The Bunnymen dinliyorsun der ve haklı çıkar. Bir de bu albümün bana kattığı en önemli şeylerden birisi de şarkı sözlerindeki felsefi derinliği takip etmem sayesinde çok fazla filozof ile tanıştım.

Beatsommelier

Masadaki son albüm Clash’den London Calling. Sendeki yeri nedir Ali abi?

Ali Ece

Benim için yeri çok ayrıdır. Zaten Joe Strummer da Ankara doğumluymuş sonradan öğrendim. London Calling bambaşka bir albüm. Hem Londra Olimpiyatlarında çalar hem Londra’daki futbol finallerinde. Halbuki London Calling yani duyun bizi mahvoluyoruzdur şarkının esprisi. Şarkı şarkı gideyim biraz bu albümde. Mesela Brand New Cadillac: 50’lerde blues ve rock’n roll ikiz kardeş gibi aslında. Bu da o dönemi alıp punk’a doğru getiren bir şarkı. Ya da Spanish Bombs mesela bende İspanya İç Savaşı’nın realitesini anlamamı sağlamıştı. O dönem 1984 Avrupa Kupası çıkarmalarını toplarken hep İspanya’dan Atletic Bilbao’lu oyuncular çıkıyordu şansıma, o yıllarda bir de 2 kere üst üste şampiyon olmuşlardı, ben direkt tutmaya başlamıştım onları sonra bir daha hiç şampiyon olmadılar. Meğerse Bask bölgesinin oyuncularıymış çok iyi denk geldi benim için.

Mesela Lost in the Supermarket’i ele alalım. Bugün yaşadığımız enflasyon kaynaklı fakirleşmeyi böyle güzel tasvir eden bir şarkı zor bulunur. Bir de tabi The Guns of Brixton var. Onu Fatboy Slim’deki abi “Dub be Good to me” yapıyor sonra efsane Fifa 99 playlistinde de Fatboy Slim var (gülüşmeler). Hatta ben Clash’e 82-83 yıllarında Should I Stay or Should I Go’yu Levi’s reklamında görmüştüm öyle bu gruba vurulmuştum. Tabi Levi’s’a kendileri vermemiştir bu şarkıyı yapımcılar vermiştir ama bu şekilde öğrenmiş oldum ben çok mutlu oldum. Neo-liberal kapitalist pazarlama reklamından The Clash’i öğrenmem büyük ironi ama yine de iyi ki erkenden öğrenmişim, hayat boyu The Clash beni çok mutlu etti.

Bloga dön

Yazar

Ahmethan Vural